Powered By Blogger

10 Eylül 2010 Cuma

Survivor adı altında insanların açlığa, soğuk havaya, rahatsız yaşam koşullarına karşı direnip hayatta kalmalarını konu alan bir program var hani.YALNIZ HERKESİN ATLADIĞI BİR KONU VAR.

Metro, minübüs, metrobüs, otobüs,tramvay ve diğer (varsa artık) toplu taşıma araçlarındaki  kıç kıça geçirilen 2 saatlik aşk, sex ,dram ve ihtiras dolu saatleri konu alan bir program yok.

 O araçlarda geçirilen zamanlar, “oh allahım bu da bitti” dedikten sonra ki araç değiştirme senfonisi çok stephanie meyer kitapları tadında.

 Bugün yine Beylikdüzü- İstanbul’un diğer ucu konseptli yolculuğumda birinin kolunu yedim yaklaşık 45 dakika. Böyle örgülü gayet kalın bir hırka giymişti. Sonra kafamı demir sanıp da, bir kadının düşmeden ayakta kalabilmek için 1 metre ötesine uzattığı gergin koluna yaslamışım. Hareket eden bir demir yoksa eğer bu insan koludur deyip arkama baktım, utana sıkıla pardon çok özür dilerim dedim ve kendimi geri çektim.

 Bayram dolayısıyla sıkış pıkış olan tramvayda vücudumun sadece kafa kısmı görünüyordu. Diğer organlarım ve uzuvlarım nereye kaybolmuştu bilmiyordum.

 Tramvay da bitti derken meğerse metrobüse de binmemiz gerekiyormuş. Aman ayakta gitmeyelim telaşesiyle metrobüs durağında kapıların açıldığı noktaları belirleyip her noktaya bir adamımızı yerleştirdik. Bende tam kapı kısmında bekleyen uzun kuyruğun başını çektim. Metrobüs geldi. Metrobüs daha hareket halindeyken ben metrobüs yoluna inmiş, kapıyı açmak için zorlamaya başlamıştım bile. Ve metrobüs tekerleği tam ayağımı bir sakız gibi çiğneyecekti ki kendimi can havliyli 1 cm geriye attım. Ve stratejik bakımdan en rahat, güneş almayan koltukları belirleyip bu görevimizi de başarıyla tamamlamıştık.

 Sıra son etaptaydı. Yani İETT otobüsü. Art arda gelen otobüsler o kadar doluydu ki insanlar şöförün kucağında yolculuklarına devam ediyordu. Haliyle tüm otobüsler transit geçtiler bizi. Ardından uzaklarda boş koltuklara sahip bir otobüs belirmeye başladı. Çılgın kalabalık gardını almıştı. Ve yanımızdaki koca bebek arabalı kadın… Yorgunluktan artık o kadar bokumuz çıkmıştı ki rakibimiz olan bebekli kadının bebeğini öldürüp, kadını da arkalara itip önümüzü açmaya karar vermiştik.Ve Otobüs geldi, tam adımımı atmış galip geldiğimi sandığım bir edayla bebek arabasına bakıyordum ki bebek arabası hepimizi egale edip finish noktasına varmıştı. Ve bizim hazin sonumuz ayakta yolculuk…

 Bunun yanında midem o kadar bulanmıştı ki yanımdaki yeşil gömlekli apaçinin gömleğine kusmamak için, içimdeki kusmayla ilgili kopan fırtınaları dizginleyip yutkundum.

 Bir de 3 gündür annem tavuğu aynı pişirme tekniğiyle pişirip bize yediriyor. Hepinize iyi bayramlar.

9 Eylül 2010 Perşembe

PLATONİK AŞK’lar çok ilginç.

Mesela sen;

  • Onun evini , ev numarasını, anne adını, abla adını, baba adını, baba mesleğini, abla okulunu öğreniyorsun,

  • Sırf onunla 5 dk aynı yolda yürüyebilmek için okul çıkışları kitaplarını çantana geç yerleştirip sallana sallana sınıftan çıkıyorsun,

  • Gideceğin yerin yolunu her seferinde uzatarak belki onu balkonda görürüm umuduyla evinin önünden geçiyorsun,

  • Hiç bir yakın arkadaşını tanımadığın için sınıf listesini çalıp nöbetçi sırasını takip ederek bütün sınıf arkadaşlarının adını ezberliyorsun,

  • Kiminle göz göze geldiğini anlamak için miyop gözlerinle baktığın yerin açısını hesaplayıp oraya odaklanıyorsun,

  • Tanımadığın bir kızla konuştuğunda o kızın sülale şeceresini çıkartıp ne bok yiyip de onunla konuştuğunu öğreniyorsun,

  • Hoşlandığı veya çıktığı bir kızı öğrendiğinde ise günlerce hayvan gibi ağlayıp bir süre sonra bu duruma dahi alışarak “olsun ben onu ne olursa olsun sevicem” yavşaklık mertebesine ulaşıyorsun,

  • Arada evini gizlice arayıp belki sesini duyarım umuduyla sapıklık yapıyorsun,

  • Ortak arkadaşları araya sokup; gelmişini geçmişini, eski manitalarını, aşk acılarını, sarktığı, hoşlandığı, beğendiği, kızları öğrenmeye çalışıyorsun.

Ve sen bunları tek tek yaparken o senin varlığından bile haberdar değil. Hayat çok zor.

7 Eylül 2010 Salı

Artık cesaretimi toplamanın vakti gelmişti. Aklımda; başıma gelebilecek her türlü belanın olasılığını hesaplıyorum.

Senin bana verebileceğin zararlar, koluma konma, gözüme girme, ağzımı öpme tehliken varken kendime biraz cesur olmalısın dedim.

Sevgili böcek;

Seninle hiç bir zaman barışmayan bir yıldızımız oldu. Kah ağlattın, kah altıma sıçırttın, kah ailemden, arkadaşlarımdan papara yememe sebep oldun. Bu günlere kadar gelebildik nihayetinde.

Ve artık yetişkin bir birey gibi düşünmeliydim.

Gün gelicek ve ben evlenip minik minik bebelere sahip olacağım. Bir gün kocam işten geç dönecek, korkundan benden daha çok altına sıçan yavrularımla seni fark edeceğiz perdenin üzerinde.

Bize doğru bir hamle yapman, 1er metrelik kolun bacağınla oramızda buramızda gezinmen bizi kalpten götürecek belki de, kim bilir.

Ve ben sorumluluklarının bilincinde bir anne edasıyla yavrularımı senin tehlikenden korumam gerekecek. 

İşte bir gün bunları yaşayacağımı bilerek bu gün elimde terlikle sana doğru geliyorum.! Evde kimsenin olmayışı, benim internete olan açlığım beni buna yapmaya itiyor.

Sessiz, sinsi, 3,5 bir şekilde yanına sokuldum. Yaklaşık yarım saat boyunca elimdeki terlik 1 m yarı çapındaki alanda gitti geldi. Tam yapamayacağım derken ve pes etmek üzereyken;

ÇTÖNG.!

Ve sen yerdeydin. Çok büyük ve çirkindin. Ölü bedenine bakarken bile korkmak nasıl bir mallıktı anlayamadım. Ama anladım ki bu hamlem hayatımın geri kalan kısmında beni aydınlatan bir fenere dönüşecekti.

GELECEKTEKİ BEBELERİME SESLENİYORUM; ANANIZ HER NE KADAR GÖTÜ YEMESE DE SİZİ BÖCEK VE TÜREVLERİNDEN HER DAİM KORUYACAKTIR.

                                                                                  SEVGİLERLE ANANIZ.

5 Eylül 2010 Pazar

Çekik gözlü prens ” SERDAR ORTAÇ

“Kırklareli - Pınarhisar” hattı. Kliması olmayan koltukları bir ton renk atmış otobüs, hayır hayır otobüs değil minibüs, hayır minibüs de değil. Peki ne? Bilmiyorum. Garip, kıç kadarlık bir ulaşım aracı. Anlayamadım. Tabi Pınarhisar nedir neresidir bilmezsiniz. Benim de ilk defa yolum düştü, böyle küçük şirin bir ilçe.


 Tam yola koyulduk derken çılgın şoför amca radyoyu açtı, hayır radyo değildi bildiğin Yusuf güney, Serdar ortaç albümleri kırması doldurma bir kasetti. Başta Yusuf güney - Rafet el roman ikilisiyle kafama bir güzel sıçtı. Hadi İrem sabır dedim ve kulaklığıma sığınmadım. Sonra serdar ortaçın sesini duydum ve sevindim lan.! Çünkü serdar ortaç benim nazarımda dinlenmemesi gereken ama dnleyenlerine garip bakılmaması gereken biri. Sonuçta sevdiğim şarkıları bile var (?) Derken O ŞARKI ÇALMAYA BAŞLADI.

 İçinde MİKROPLARI AT söz öbeği geçen bir şarkı işte. Adı ne boksa. Ya da o şarkının adı olmamalı düşünsene mikropları at olduğunu. Belki odur bilemicem. Ama o şarkının adı olmamalı çünkü şarkının hiç bir sözü isim olmayı hak etmiyordu. Unknown olmalı  mesela. Kimse ne olduğunu anlayamamalı ya da track 3 olsun. Listede sırası geldiğinde şarkı, adından dolayı direk geçilsin falan.

 Ben bunları düşünürken Serdar ortaçın beyni olmaya karar verdim. Hangi ruh haliyle bu siktiriboktan şarkıyı yazmıştı? Ne düşünmüştü? Neden detone olmuştu bazı yerlerinde? Kafayı yemek üzereydim.

 Ve serdar ortaçın beyni oldum, ağzından çıkan kelime oldum bazı yerlerde, şarkı sözü oldum, detone sesi oldum, son olarak ÇEKİK GÖZLERİ olmaya karar verdim.

Bu adamın bu boktan şarkıyı nasıl yazdığını öyküleştirdim kafamda. 

 Serdar bundan bir önceki albümlerinin popisi üzerine yeni bir albüm yapmaya karar verdi. Parası da azalmıştı, yabancı manken karılara para yedirmekten adamın iflahı kesilmişti, ayrıca popülerliğini yitirmemek ve tazeliğini korumak için buzdolabında sak.. yeni albüm çıkarmalıydı. Albüm şarkılarını yazmaya başladı, bir sürü boktan söz buldu, müziğini falan besteledi eliyle dizinde ritim tutturu tuttura, ve poşete geldi sıra. Poşette çok zorlandı. Artık elinde avucunda bir şey kalmamıştı. Aklına ne bir şarkı sözü geliyor ne de elle tutulur bir beste.. Sonra gözü mutfaktaki çöp poşetine takıldı.

 Serdar poşetle gelen ilham sonunda rahat bir nefes aldı ve bu görevini de başarıyla tamamlıştı. Ama bir sorunu vardı; bir şarkıya daha ihtiyacı vardı. Kara kara düşündü, evde dolandı durdu, yarı kel kafasına eli gitti geldi, serdar sıfırı tüketmişti, olduğunu sandığı yaratıcılığı 3 yaşında ki bir çocuk seviyesindeydi.

 Ve o anda DÜNYANIN EN BOKTAN ŞARKISINI YAZMAYA KARAR VERDİ. Sözleri uydurdu mikropları at dedi, detone olayım şu bölümde de dedi. Bu kısımda da müzikle sözler uymasın dedi. Ve en sonunda albümünü tamamladı.

Bilmem kaç milyon gerizekalı adamın şeyinden tutup bayılarak dinlediler falan.

BİZDE MİNİBÜS KIRMASI ARAÇ KÖŞELERİNDE BU TÜR İŞKENCELERE MARUZ KALDIK.