Powered By Blogger

19 Kasım 2010 Cuma

4 senedir;


  • Hafta sonları yatağımı asla toplamadığım,

  • Hocalarla hep kavga ettiğim,

  • Bol bol dedikodu yaptığım,

  • Bir şişe suyumu tam 15 kişiyle paylaştığım,

  • Aç olduğunda elindeki tek simidi yanımdaki aç arkadaşımla bölüştüğüm,

  • 50 kuruşun hesabını yaptığım,

  • Ağlamak istediğim zamanlar ağlayacak yer bulamadığım için ağlayamadığım,

  • Annem yanıma olmadığı için ona telefonda ağzıma geleni sövüp eve gidene kadar nasıl olsa unutur deyip düşünmeden bağırabildiğim,

  • Sadece yatarken ayakkabısız ve terliksiz olabildiğim,

  • Tuvalette türk kahvesi nescafe ve hazır çorba yaptığım,

  • Banyo sırası gelmediği için uzun bir süre(rakam vermiyorum) banyo yapamadığım,

  • Banyo yapmak veya saç yıkamak zor geldiği için sadece kahküllerimi yıkadığım,

  • Sadece yazılı gecelerine özel bir gram çalışmayıp sabahlara kadar muhabbet edip sıçana kadar güldüğüm ve yazılılarda bir bok yapamadığım,

  • Bütün derslerden en az bir kere 1 aldığım,

  • 15 tane kızı 7/24 aklına gelebilecek her şekilde gördüğüm,

 Bir hayat yaşıyorum, çünkü ben yatılıyım ve allah kahretsin bu sene bittikten sonra ne bok yiyeceğimi bilmiyorum.

AKACAK SÜMÜK BURUNDA DURMAZ.

 8. sınıftayım, annemin küçüklüğümden beri beni koleje gönderme sevdası yüzünden son sene okul değiştirdim. Okulda yeniyim, son sene olduğu için ortam yapma gibi bir telaşım ve isteğim yok haliyle. Sınıfın yarısıyla muhabbetim var yarısı adımı bile bilmiyor.

 Tarih dersi ve hoca bize test dağıttı. Ve ben de gribim. Benim grip olmam demek;

 ”Dünyanın en akışkan sıvısından bile akışkan sümüğe sahip olmam, sürekli hapşurma isteği duyup hapşuramam o yüzden gözlerimin sulu sulu olması, burnum aktığı zaman etrafımdaki her emici şeyi burnuma dayamam “
 demektir.

  Ve ben o ölümcül hastalığı geçirmekteyim yine.

 Testimi aldım, ama ben hazırlıklıyım, tedbirliyim peçetem hep burnumda, bir elimde kalem bir elimde burun var. Sümüğüm daha burnuma ulaşmadan beni onu peçeteye hapsediyorum, emiyorum, sömürüyorum.

  Peçeteyi artık burnumda tutmaktan kolum yorulmuştu tek bir soru bile çözemiyordum. Kendime güvenim geldi ve “amaaann akarsa yetişirim hemen, çek şu peçeteyi çöz testini” dedim kendi kendime. 

 Ve o yaptığım stratejik hata hayatıma mal oldu. 

 Peçeteyi burnumdan çektim ve soru çözmeye başladım aradan bir zaman iki zaman geçti derken korktuğum başıma değil kıçıma geldi sanki. 

 Saatte hızı ölçü birimleriyle ifade edilemeyecek bir biçimden burnumun derinliklerinden kopan kimya kurallarına aykırı bir akıcılıkla süzülen sümüğümü hissettim. Peçetemi hemen burnuma kavuşturdum. 

 Ama olan olmuştu. Sümüğümü tutamamıştım, ŞILANNPP diye eteğime yapıştı. getme deyeydim açeydım peçetemi duteydim seni. Derken bir anda aklıma dank etti, “acaba biri görmüş müydü?”

 Sonra herkesin test çözdüğünü düşünüp “kim görcek lan beni, şeffaf zaten kimse anlamaz” dedim ve kafamı ani bir hareketle sağa çevirdiğimde ne göreyim?

 O hiç muhabbetim olmayan güruhtan bir bireyle göz göze geldim ve yüzü 1 kilo limon yemişçesine ekşitilmişti. Sonra bana bakarak içten bir IYYY dedi. Dünyam başıma yıkılmıştı o sırada eteğime damlayan sümük hızla yayılarak kara bir delik olmuşturmuştu orda.

 Hemen önüme döndüm hiç bir şey olmamış gibi davranmaya çalıştım ama olmadı, sene sonuna kadar kendimi belki başka bir şeye ıyy demiştir diyerek avuttum. Ama şimdi dank ediyor “ulan herkes kafayı gömmüş test çözüyor sınıftan çıt çıkmıyor sana ıyy demiyecek de kime diyecek?”

 Ben o utançla çocuğun yüzüne bir daha bakamadım ve sene sonuna kadar tek bir kelime bile etmedik. Belki bu olay olmasaydı ikimizde çok farklı hayatlar yaşayacaktık, kim bilir.

15 Kasım 2010 Pazartesi

PARFÜM FALAN YALAN.

 Bir insanın parfüm kokusundan daha fena bir şey varsa o da doğal kokusudur.

 Saçından, yanaklarından, ellerinden etrafa yayılan o koku..
 O kokuyu almak için geçtiği yolları takip etmek, önüne oturduğunda ani bir hareketle arkasına yaslanması için dua etmek ya da yanından geçmesi için onun etrafında volta atmak doğal gelmeye başlar bir süre sonra.
 Terlediğinde bile tüm kokuların arasından o kokuyu alırsın, ter kokusu bile o kokar sana. Onun koktuğu her şey dünyanın en tatlı en şahane kokusudur.
 Her o kokuyu aldığında senin olmayan ve asla olamayacak şeyler için bir kere daha üzülürsün.
 İnsanın elinde olmayan şeylerle başa çıkması çok zor. Ne kadar uğraşırsan uğraş ne kadar düşünürsen düşün sonuç senin elinde değil. Hayatında her şey mükemmel gittiğinde bile yüzün asıksa mutlu olmak senin elinde değildir.
 Mahvolmuş bir şeyleri düzeltmeye çalışırken o kokuyu aldığında yaptığın hiç bir bokun önemi kalmaz. Sen bitmişsindir, aslında hiç başlamamışsındır. Senin bitiren ve başlatmayan tek bir şey.
O zaman nefesini tut, burnunu kapat,defol git ordan, bir şeyler yap. Kendine gel. O kokuyu duyma.

10 Eylül 2010 Cuma

Survivor adı altında insanların açlığa, soğuk havaya, rahatsız yaşam koşullarına karşı direnip hayatta kalmalarını konu alan bir program var hani.YALNIZ HERKESİN ATLADIĞI BİR KONU VAR.

Metro, minübüs, metrobüs, otobüs,tramvay ve diğer (varsa artık) toplu taşıma araçlarındaki  kıç kıça geçirilen 2 saatlik aşk, sex ,dram ve ihtiras dolu saatleri konu alan bir program yok.

 O araçlarda geçirilen zamanlar, “oh allahım bu da bitti” dedikten sonra ki araç değiştirme senfonisi çok stephanie meyer kitapları tadında.

 Bugün yine Beylikdüzü- İstanbul’un diğer ucu konseptli yolculuğumda birinin kolunu yedim yaklaşık 45 dakika. Böyle örgülü gayet kalın bir hırka giymişti. Sonra kafamı demir sanıp da, bir kadının düşmeden ayakta kalabilmek için 1 metre ötesine uzattığı gergin koluna yaslamışım. Hareket eden bir demir yoksa eğer bu insan koludur deyip arkama baktım, utana sıkıla pardon çok özür dilerim dedim ve kendimi geri çektim.

 Bayram dolayısıyla sıkış pıkış olan tramvayda vücudumun sadece kafa kısmı görünüyordu. Diğer organlarım ve uzuvlarım nereye kaybolmuştu bilmiyordum.

 Tramvay da bitti derken meğerse metrobüse de binmemiz gerekiyormuş. Aman ayakta gitmeyelim telaşesiyle metrobüs durağında kapıların açıldığı noktaları belirleyip her noktaya bir adamımızı yerleştirdik. Bende tam kapı kısmında bekleyen uzun kuyruğun başını çektim. Metrobüs geldi. Metrobüs daha hareket halindeyken ben metrobüs yoluna inmiş, kapıyı açmak için zorlamaya başlamıştım bile. Ve metrobüs tekerleği tam ayağımı bir sakız gibi çiğneyecekti ki kendimi can havliyli 1 cm geriye attım. Ve stratejik bakımdan en rahat, güneş almayan koltukları belirleyip bu görevimizi de başarıyla tamamlamıştık.

 Sıra son etaptaydı. Yani İETT otobüsü. Art arda gelen otobüsler o kadar doluydu ki insanlar şöförün kucağında yolculuklarına devam ediyordu. Haliyle tüm otobüsler transit geçtiler bizi. Ardından uzaklarda boş koltuklara sahip bir otobüs belirmeye başladı. Çılgın kalabalık gardını almıştı. Ve yanımızdaki koca bebek arabalı kadın… Yorgunluktan artık o kadar bokumuz çıkmıştı ki rakibimiz olan bebekli kadının bebeğini öldürüp, kadını da arkalara itip önümüzü açmaya karar vermiştik.Ve Otobüs geldi, tam adımımı atmış galip geldiğimi sandığım bir edayla bebek arabasına bakıyordum ki bebek arabası hepimizi egale edip finish noktasına varmıştı. Ve bizim hazin sonumuz ayakta yolculuk…

 Bunun yanında midem o kadar bulanmıştı ki yanımdaki yeşil gömlekli apaçinin gömleğine kusmamak için, içimdeki kusmayla ilgili kopan fırtınaları dizginleyip yutkundum.

 Bir de 3 gündür annem tavuğu aynı pişirme tekniğiyle pişirip bize yediriyor. Hepinize iyi bayramlar.

9 Eylül 2010 Perşembe

PLATONİK AŞK’lar çok ilginç.

Mesela sen;

  • Onun evini , ev numarasını, anne adını, abla adını, baba adını, baba mesleğini, abla okulunu öğreniyorsun,

  • Sırf onunla 5 dk aynı yolda yürüyebilmek için okul çıkışları kitaplarını çantana geç yerleştirip sallana sallana sınıftan çıkıyorsun,

  • Gideceğin yerin yolunu her seferinde uzatarak belki onu balkonda görürüm umuduyla evinin önünden geçiyorsun,

  • Hiç bir yakın arkadaşını tanımadığın için sınıf listesini çalıp nöbetçi sırasını takip ederek bütün sınıf arkadaşlarının adını ezberliyorsun,

  • Kiminle göz göze geldiğini anlamak için miyop gözlerinle baktığın yerin açısını hesaplayıp oraya odaklanıyorsun,

  • Tanımadığın bir kızla konuştuğunda o kızın sülale şeceresini çıkartıp ne bok yiyip de onunla konuştuğunu öğreniyorsun,

  • Hoşlandığı veya çıktığı bir kızı öğrendiğinde ise günlerce hayvan gibi ağlayıp bir süre sonra bu duruma dahi alışarak “olsun ben onu ne olursa olsun sevicem” yavşaklık mertebesine ulaşıyorsun,

  • Arada evini gizlice arayıp belki sesini duyarım umuduyla sapıklık yapıyorsun,

  • Ortak arkadaşları araya sokup; gelmişini geçmişini, eski manitalarını, aşk acılarını, sarktığı, hoşlandığı, beğendiği, kızları öğrenmeye çalışıyorsun.

Ve sen bunları tek tek yaparken o senin varlığından bile haberdar değil. Hayat çok zor.

7 Eylül 2010 Salı

Artık cesaretimi toplamanın vakti gelmişti. Aklımda; başıma gelebilecek her türlü belanın olasılığını hesaplıyorum.

Senin bana verebileceğin zararlar, koluma konma, gözüme girme, ağzımı öpme tehliken varken kendime biraz cesur olmalısın dedim.

Sevgili böcek;

Seninle hiç bir zaman barışmayan bir yıldızımız oldu. Kah ağlattın, kah altıma sıçırttın, kah ailemden, arkadaşlarımdan papara yememe sebep oldun. Bu günlere kadar gelebildik nihayetinde.

Ve artık yetişkin bir birey gibi düşünmeliydim.

Gün gelicek ve ben evlenip minik minik bebelere sahip olacağım. Bir gün kocam işten geç dönecek, korkundan benden daha çok altına sıçan yavrularımla seni fark edeceğiz perdenin üzerinde.

Bize doğru bir hamle yapman, 1er metrelik kolun bacağınla oramızda buramızda gezinmen bizi kalpten götürecek belki de, kim bilir.

Ve ben sorumluluklarının bilincinde bir anne edasıyla yavrularımı senin tehlikenden korumam gerekecek. 

İşte bir gün bunları yaşayacağımı bilerek bu gün elimde terlikle sana doğru geliyorum.! Evde kimsenin olmayışı, benim internete olan açlığım beni buna yapmaya itiyor.

Sessiz, sinsi, 3,5 bir şekilde yanına sokuldum. Yaklaşık yarım saat boyunca elimdeki terlik 1 m yarı çapındaki alanda gitti geldi. Tam yapamayacağım derken ve pes etmek üzereyken;

ÇTÖNG.!

Ve sen yerdeydin. Çok büyük ve çirkindin. Ölü bedenine bakarken bile korkmak nasıl bir mallıktı anlayamadım. Ama anladım ki bu hamlem hayatımın geri kalan kısmında beni aydınlatan bir fenere dönüşecekti.

GELECEKTEKİ BEBELERİME SESLENİYORUM; ANANIZ HER NE KADAR GÖTÜ YEMESE DE SİZİ BÖCEK VE TÜREVLERİNDEN HER DAİM KORUYACAKTIR.

                                                                                  SEVGİLERLE ANANIZ.

5 Eylül 2010 Pazar

Çekik gözlü prens ” SERDAR ORTAÇ

“Kırklareli - Pınarhisar” hattı. Kliması olmayan koltukları bir ton renk atmış otobüs, hayır hayır otobüs değil minibüs, hayır minibüs de değil. Peki ne? Bilmiyorum. Garip, kıç kadarlık bir ulaşım aracı. Anlayamadım. Tabi Pınarhisar nedir neresidir bilmezsiniz. Benim de ilk defa yolum düştü, böyle küçük şirin bir ilçe.


 Tam yola koyulduk derken çılgın şoför amca radyoyu açtı, hayır radyo değildi bildiğin Yusuf güney, Serdar ortaç albümleri kırması doldurma bir kasetti. Başta Yusuf güney - Rafet el roman ikilisiyle kafama bir güzel sıçtı. Hadi İrem sabır dedim ve kulaklığıma sığınmadım. Sonra serdar ortaçın sesini duydum ve sevindim lan.! Çünkü serdar ortaç benim nazarımda dinlenmemesi gereken ama dnleyenlerine garip bakılmaması gereken biri. Sonuçta sevdiğim şarkıları bile var (?) Derken O ŞARKI ÇALMAYA BAŞLADI.

 İçinde MİKROPLARI AT söz öbeği geçen bir şarkı işte. Adı ne boksa. Ya da o şarkının adı olmamalı düşünsene mikropları at olduğunu. Belki odur bilemicem. Ama o şarkının adı olmamalı çünkü şarkının hiç bir sözü isim olmayı hak etmiyordu. Unknown olmalı  mesela. Kimse ne olduğunu anlayamamalı ya da track 3 olsun. Listede sırası geldiğinde şarkı, adından dolayı direk geçilsin falan.

 Ben bunları düşünürken Serdar ortaçın beyni olmaya karar verdim. Hangi ruh haliyle bu siktiriboktan şarkıyı yazmıştı? Ne düşünmüştü? Neden detone olmuştu bazı yerlerinde? Kafayı yemek üzereydim.

 Ve serdar ortaçın beyni oldum, ağzından çıkan kelime oldum bazı yerlerde, şarkı sözü oldum, detone sesi oldum, son olarak ÇEKİK GÖZLERİ olmaya karar verdim.

Bu adamın bu boktan şarkıyı nasıl yazdığını öyküleştirdim kafamda. 

 Serdar bundan bir önceki albümlerinin popisi üzerine yeni bir albüm yapmaya karar verdi. Parası da azalmıştı, yabancı manken karılara para yedirmekten adamın iflahı kesilmişti, ayrıca popülerliğini yitirmemek ve tazeliğini korumak için buzdolabında sak.. yeni albüm çıkarmalıydı. Albüm şarkılarını yazmaya başladı, bir sürü boktan söz buldu, müziğini falan besteledi eliyle dizinde ritim tutturu tuttura, ve poşete geldi sıra. Poşette çok zorlandı. Artık elinde avucunda bir şey kalmamıştı. Aklına ne bir şarkı sözü geliyor ne de elle tutulur bir beste.. Sonra gözü mutfaktaki çöp poşetine takıldı.

 Serdar poşetle gelen ilham sonunda rahat bir nefes aldı ve bu görevini de başarıyla tamamlıştı. Ama bir sorunu vardı; bir şarkıya daha ihtiyacı vardı. Kara kara düşündü, evde dolandı durdu, yarı kel kafasına eli gitti geldi, serdar sıfırı tüketmişti, olduğunu sandığı yaratıcılığı 3 yaşında ki bir çocuk seviyesindeydi.

 Ve o anda DÜNYANIN EN BOKTAN ŞARKISINI YAZMAYA KARAR VERDİ. Sözleri uydurdu mikropları at dedi, detone olayım şu bölümde de dedi. Bu kısımda da müzikle sözler uymasın dedi. Ve en sonunda albümünü tamamladı.

Bilmem kaç milyon gerizekalı adamın şeyinden tutup bayılarak dinlediler falan.

BİZDE MİNİBÜS KIRMASI ARAÇ KÖŞELERİNDE BU TÜR İŞKENCELERE MARUZ KALDIK.

6 Ağustos 2010 Cuma

BU BİR İÇ SAVAŞ.

Bazen bazı yazıları okuyup onlara dokunmak onları sevmek onlara aşık olmak istiyorum. Yazılara aşık oluyorum, onları hissediyorum, onların varlıklarıyla son derin nefesimi aldığımı zannediyorum. Görmediğin bir şeye dokunup onunla sevişmek gibi bir şey.

Ya da bilmediğin ama ilk defa dinlediğin bir şarkıyla ağlayıp, aşık olmayı istemek gibi bir şey.Bazı yüzleri görüp onlara bağlanmak, bazı şarkıları dinleyip aşık olmayı istemek, bazı yazıları okuyup onun teninden bir şeyler içmek arzusuyla yaşamak... Öpüşürken dudaklarının kıvrımını hissedebiliyorum, varoluş nedenim gözleremini önünde netleşiyor. Yüzeysel duyguları yaşarken derinleşip hissizleşebiliyorum. Derinleşirken somutluk ortadan kalkıyor ve soyut dünyada yapay mutluluklar sentezleyebiliyorum. ağlarken her türlü duyguyu hissetmek çok doğa üstü bir olay. ağlamayı seviyorum. ağlarken herşeyin netleşmesi. pollyannacılığı bırakıp gerçek dünyaya dönmeyi seviyorum.

Bazen öyle anlar geliyor ki, hani derler ya; "her şeyi bırakıp gitmek istiyorum". Her şeyi, hem de tanıdığım her şeyi bırakmak istiyorum. Bilmediğim insanlarla gülmek onlarla ağlamak onlarla hiç bilmediklerini paylaşmak istiyorum. Kimseye anlatamadığım şeyleri hiç düşünmeden onlara anlatmak istiyorum. Tanıdığım insanlara anlatırken sıkıldığım gerçeklerimi onların gerçeklerine katmak istiyorum.  Artık ikimizin olsun dediğim şeyler istiyorum. Sadece benim değil. aklıma geldikçe beni sıkıp körleştiren sırları adını bile bilmediğim birine anlatmak istiyorum. Onun ruhunda düşünmeyeni görmek istiyorum. Düşünmeyen bir ruh, yargılamayan insanlar, sebebi olmadan yapılan iyilikler, hesaplanmadan atılan adımları yaşamak istiyorum.

Çok değil 10 yıl öncesine kadar böyle hayatlar yaşarken şimdi düşüncesi belirginleşen bir insan olup, çıkar, menfaat savaşı yapıyorum. Savaşırken yoruluyorum, ama pes etmiyorum. Artık pes edip ruhsuz bir şeye bağlanmak, düşünmediğini bilmek istiyorum.

5 Ağustos 2010 Perşembe

KALK KIZIM KALK !

Zaten gök gürültüsü beni hep ürkütürdü. Geldi ve yanıma oturdu. Oysa ki çok rahattı yerinde. Sakin ol dedi. Sevdiğim adam tam karşımdaydı. Gözlerimin içine bakıyordu. O parlak maviyi her gördüğüm de avuçlarım terliyordu. Bu istek dışı olurdu hep. Artık alışmıştım. Bakarken herhangi bir çekinme kırıntısı kalmamıştı içimde. Soğuktan titrediğimi görünce ceketini bana verdi. Haziranda olacak iş miydi bu. İçimden küfür ettim yavaşça. Hafifçe çenemi tutarak başımı yukarı kaldırdı. Mutlu olup olmadığımı sordu.Yeterince mutluydum zaten. O yanımdayken hep mutluydum ben. Elini belime doladı. Arkadan hafifçe mırıldanan şarkı gök gürültüsünü ardında bırakamıyordu. Sıkıca sarıldı. Korkma dedi yeniden. Korkmuyordum. Ben varım dedi. Başını omzuma yasladı. En sevdiği parfümü sıkmıştım. Kokumu içine çekti. Bu parfüm her zaman aklını başından alırdı. Başını kaldırdı. Dudaklarıma baktığını biliyordum. Çok yakındı. Nefesini yanaklarımda hissedebiliyordum. Toparlandı ve biraz, biraz daha yaklaştı. Ve beni öpmeye başladı. Bu beni ilk öpüşüydü. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O an aklımdaki her şey silinip yok oldu. Gözlerimi kapattım. Beni biraz daha kendine çekti. Bir koltuğa sığamaz olmuştuk. Heyecanım tutkuma engel oluyordu. Anlamsız hareketler yapmaya başladım. O ise bunların hiçbirini umursamadı. Beni olduğunca yakınına çekmeye çalışıyordu. Saçlarımda gezinen elleri belime doğru kaymaya başladı. Ne yapmak istediğin biliyordum . Oysa ki ben sadece küçük bir çocuktum. İrkildim. Gözlerimi açtım. Onun da gözleri açıktı. Niyeti belliydi. Elbisemin fermuarını arıyordu. Korkmaya başladım. Soğuktan değil korkudan titriyordum bu sefer. ” Kendine engel olamama korkusuydu” bu. Yaşamadığım çok şey vardı. Hatta o zamana kadar hiç bir şey yaşamamıştım. İlk aşkımdı o benim. Elini ilk tuttuğum adam. İlk öptüğüm… Ona güveniyordum. Ama “Ya bu doğru değilse?”. Her şeyin bir zamanı vardı elbet.

Ben daha küçük bir kız çocuğuyum. KÜÇÜK.Ellerimi boynundan çektim. Omuzlarına abanarak onu ittim. 

“Olmaz” dedim. Beni duymadı. Yaklaştı. Belimden kavradı. Canımı acıtmıştı bu sefer. Saçlarımı koparırcasına çekiyordu. Tutkusu onu ele geçirmişti. Boğazına yapıştım. Tırnaklarım etine batıyordu. 

Bunu hissedebiliyordum. Kendine geldi. “Yapma” dedim hırslı bir sesle. Sinirlendi. Eliyle çenemi kavradı. Canım daha da çok yanmıştı. daha da ÇOK.!

Ve birden CART bir ses “KIZIMMMM.!” Kalk artık saat kaç oldu.! Bu saate kadar yatılır mı? Kalk bugün teyzenler gelcek. Evi silip süpürelim.!

hhiuhüööhü . Olur mu lan böyle şey. Stephenie Meyer ’ leşmeyin.

3 Ağustos 2010 Salı

HAVA BÜKÜCÜ DEĞİL; KAPORTA YAMULTUCU.

5 kişilerdi.

Issız adamdan çıktıktan sonra bir de güzel karınlarını doyurmuşlardı. Güle oynaya okullarına dönüyorlardı. 
2si önde 3ü arkada yola devam ediyorlardı. Sağlarına baktılar, sollarına baktılar. Akılları sıra yolun güvenli olduğuna karar verdiler. 

Tam karşıya geçecekleri sırada delirmişcesine bir araba onlara doğru yaklışıyordu. Esas kız ortadaydı. Onun keyfi gıcırındaydı. Araba tarafındaki kız, sohbetten biraz kopuk bir edayla arabayı farketti.
Kendini öne attı. Arabanın gazabından kurtulmayı başarmıştı.Esas kız arabayla burun buruna geldi.


Esas kız yerdeydi. En sonda ki kız da küçük far darbeleriyle olaydan kurtulmuştu.Ama esas kız KAPORTA ya binmişti. 3 sn’lik bilinç kaybından sonra, garip montunu düzelterek ayağı kalktı. Geri de kalan 4 kız şaşkındı. Kaçan arabaya mı yansınlar, yoksa esas kıza mı gülsünler.

Yol da gençlerin halini gören teyze amcalar “hastaneye gidin yavrum sıcağı sıcağına anlamazsınız”dediler. Hastaneye gitmek üzere yola koyuldular. Hastenede gördükleri polis amcayı peşlerine takarak şikayet için karakolun yolunu tutmuşlardı ki, bıçkın delikanlılar yollarını kesti. 

Delikanlılar gırtlaktan gelen kabamtrak bir ses tonuyla ; ” pardon abla siz önümüze çıktınız, kusura bakmayın, kendi aramızda halledebilirz” dediler.

Hayli gergin ergen kızlardan esas kız son cümleyle afallamıştı.

“Ayrıca abla KAPORTA da yamulmuş, bakın ona sesimiz çıkarmıyoruz”

Esas kız şaşkındı, KAPORTAya binmeyle kalmamış, ayrıca yamultmuştu da.

Geride ki 4 ergen esas kıza baktılar. Gülmemek için dişlerini sıkıyorlardı. Esas kızburuktu, şaşkındı, garip montluydu.

Rica minnet derken, olayı kapatıp okullarına döndüler.

Esas kızın adı artık KAPORTA yamultandı. Kazayla ilgili tüm ayrıntılar unutulmuş. Akıllarda sadece bu olay kalmıştı.

Uzun falan zannedip okumamazlık yapmayın. Burda bir dramdan bahsediyorum.Ayıp ama.

ŞÖYLE ÇUKULATA TENLİ OLSUN

Kimya dersi.

4. ders oluyor yani kendisi. 4. ders demek yemek demektir. Aç gözlerimizin, zihnimizin ve midemizin doyması demektir.

Her zaman ki gibi ben ve bi grup genç zilin çalmasına 5 dk. kala kapının önüne yığıldık.

Amaç herkesten önce yemekhaneye koşmak sıra beklememek falan filan.

Yine rutin bir beklemedeyiz ben başı çekiyorum. Genelde ilk fırlayan ben olurum. Sonra benden gazı alan insancıklar arkamdan HURAAA yemekhaneye koşarlar.

Klasik arkadan hoca bağrırı çağırır; EVLADIM OTURUNNN YERİNİİZEE!! DAHA 5 DK. VAR ZİLİN ÇALMASINA.

Aç olunca karnımızda ki gurultudan başka öldür allah bir şey duymuyoruz haliyle. 
Ve zilin çalmasına 1 dk. var.

Ben ve arkamda ki bir grup genç DELİ DANALAR gibi koşmaya başladık. Yemekhaneye vardık. İşte yüzlerimizde klasik HOLEY LAN gülümsemesi var. Sıraya önlerden indik hani. Derken sınıfın geri kalanı geldi yemekhaneye.

Bir kaç gencin yüzünde bir sırıtma. Noluyo lan falan diye sormaya başladık.
Kimyacı başı çeken bana ve yanımdakilere ŞU AFRİKALILARA BAK demiş. 

AFRİKA..AFRİKALI..?

ÇAT diye üstüme alındım haliyle. Donup kaldım, bozuldum lan.! Kadın beni afrikalıya benzetmişti. Tamam esmerdim ama böyle de denmezdi falan diye düşündüm içimden.
Gözlerim falan doldu. Takmadığımı sanan yanımdakiler boğalar gibi gülmeye başladılar. Ben bir daha bozuldum.

O yemeği nasıl yediğimi inanın hatırlamıyorum.
VE TÜM ÖĞLEN ARASI AĞLADIM.

Lan ne rezillik valla aklıma geldikçe gülüyorum. Çünkü olayı aslı şuydu;

1. Kadın sadece bana dememiş.
2. Açlığımızdan dolayı bizi afrikalıya benzetmiş.

Yani o durumda zaten kadın niye benim esmerliğimle uğraşsın ki. Ne saçma. Çok alınganmışım sanırım o zamanlar. Şimdi bu olayı artık arkadaşlarla kıçımızla güldüğümüz için anlatıyorum.

AMA KOMİK. GÜLÜN YANİ.